Yedinci Gün ( Bana yolculuk yasaklanmalı)

 Hakikaten, yasak olmalı bana yolculuk, çünkü bir aylık düşünme kapasitemi aşıyorum 40 dakikalık yolda. Tek başıma İzmit'e yola çıktım, yürüyerek otogara gideceğim yol hepi topu bir kilometredir, telefondan programla takip ediyorum,oradan biliyorum.

Öğlen yemeğini ocağa koydum, giyinip çıktım evden. Hava nasıl güzel, tam çocuklar için. Ev de soğuk demek ki, dışarı çıktığımda sırtım ısındı, sevindim. Yolu bilerek uzattım, geç kalma telaşım yok nasıl olsa diyerek. Bir yandan da temiz hava ve avarelik etkisiyle benim kafa tam gaz alevlenmeye başladı. Her adımda bir sürü heves, düşünce,duygu,koku,tat...Bahçesini sulayan teyzenin hortumdan akıttığı suyun sesinde gidip bi selam versem, havadan sudan konuşsak, bahçe işlerinden, ekinden dedim...Yüksekçe bir duvardan sarkan böğürtlenlere ümitsizce bakındım, yoktur sanıyordum, ama üç tane varmış dalında, normalde asla başkasının ağacından yaprak bile koparamam izinsiz, ama bu bahçe bakımsızdı, bir de burada genelde izin veriyor sahipleri, belki sahibi bile yoktur,yazlıkçınındır, dedim ve attım ağzıma,ekşiliğini özlemişim. Şebinkarahisar'da bu mevsimde kova kova alırdım, tek tek dondurup saklardım, reçel yapardım, şimdi üç tek böğürtlene hasret kaldım. Yolun sağında bir amca ile teyze yıkık bir evden çıkan keresteleri motorla kesiyor, bir yandan da traktöre yüklüyordu, onun karşısında duvar ustası bir binaya yalıtım yapıyor, pencereleri açık bir evden sesinden modeli eski olduğu belli olan süpürge sesi uğulduyor, o pencereden evin kendi kokusu da tatlı tatlı dışarı çıkıyordu, oraya da başımı camdan uzatıp bir merhaba demek isterdim. Ya da balkonda oturan yaşlı teyzelerin geç kahvaltı ve çay muhabbetlerine karışıp, gelinler kızlar ne yapıyormuş dinlemek istedim. Az ilerde kışlık odunlarını baltayla yaran amcanın yorgunlu molasında içtiği sigaraya arkadaşlık etmeyi de istedim. Yaşlıları görünce 'hayat nedir' sorusunu sormayı da çok istemişimdir. Nedir hayat, bu telaşe, bu koşturmaca. Ne için yaşıyoruz, neye kavuşmayı ümit ediyoruz da bu sımsıkı tırmanışımız neden, elimizdekine bu sarılma nedir?

Kafam öyle karışık ki, kendi sorularımı kendim bile yanıtlamaktan acizim, ne inancım ne de yaşam felsefem (ki var mı onu da bilmiyorum) bu soruların cevabıyla beni tatmin etmiyor. Aynı andan milyarlarca yaşam var cereyan eden, nelerle mücadele diliyor, nice haksızlıklar yaşanıyor, ölüm ve doğum heyecanı birbirine karışmış, ama ben gündelik ve mübah işler arasında teselli bulmayı, bir nevi uyuşmayı tercih ediyorum. Kendimce akıl sağlığımı korumamın tek yolu olarak bunu görüyorum. İyi, erdemli ve ahlaklı kalabilmeyi umuyorum, çocuklarımı da bu doğrultuda yetiştirmeyi becerebilirsem, özden gelen o saf yaratılışlarını bozmamayı da başarabilirsem zirveyi bulurum herhalde.

İlk insanlardan bugüne kadar insanlığa maddi manevi sanat tıp bilim eğitim vb. adına yarar sağlayan insanlar bir araya gelebilse ve gelişmesine de kendilerinin etki ettikleri son hale baksalar ne düşünürler, nasıl bir çıkar yol bulurlar çok merak ediyorum. 40 dakikalık yolda konuşturup durdum onları kendi bakış açılarından.

Zehrimi akıtabileceğim bir dost lazım bana. En aykırı düşüncelerimde beni tekfir etmeden dinleyebilecek, dumanımdan gözü yanmayacak, içimde tuttuğum ağlamalarımı kendisi ağlamadan duyabilecek bir dost. Serpil olur mu diyorum kendime, yok olmaz, o kendi sesinden beni duyamaz, Aslı da olmaz çünkü o hayran hayran dinler beni, severek, şefkatle..Benim yeri geldiğinde tokada da ihtiyacım var, dostum onu da atabilmeli. Zuhal desem inkar eder, yok sen o kadar değilsin der ama ben işte o kadarım, o kadar kötüyüm. Çok şeyi sildim kendimden, içimden...Çok kırıldım, artık kırılamayacak kadar bölündüm sekize kağıt gibi.

İnsanların çoğundan tiksinirken inziva düşlerken bir yandan da İstanbul'u ve orada yaşamayı çok özlediğimi fark ediyorum. Ne senle ne de sensiz ...Üniversite yıllarında çok absürt hareketlerimiz olurdu kendimizce yada gürültülü kahkahalarımız... Amaaan derdim, beni bir daha görme ihtimali 10 milyonda bir olan şehirde niye susayım derdim, öyle bir kaybolmuşluk hissi verirdi bu şehir bana. Şimdi göz önündeyim sanki, hep izleniyormuşum gibi...Daha da kırsalı isteyişim yada tam merkezi arzulayışım bundan. ..Niyetim aynı ; kaybolmak, saklanmak...

Hanımelim kurumamış, az önce havalansın diye açık bıraktığım pencereyi kapatırken kokusu öyle güzel çarptı ki beni, unutmuşum orada olduğunu, başımı çevirdim, tekrar kokladım, Allahım, ne güzel bir koku bu..Keşke hanımeli koksam hep...

Not: Peyami Safa- Cumbadan Rumbaya okuyorum, eskiden beri çok severim anlatımını ve kişilik tahlillerini... Geçen hafta da Canan Tan okudum ilk defa, Pembe ile Yusuf, bana göre çerezlikti kitap, türk dizisi tarzında..Bir daha okur muyum, özellikle almam ama istediğimi bulamamışsam bu türler idare ediyor beni...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

B

evli evine,köylü köyüne...

Kuyu