Canımın Çektiği

Kimisi mutsuz olduğunda yer kimisi de açlıktan nefsini perişan eder. Ya da sığabileceği küçük bir yer arar ki sıkıştığında derdi tasası da küçülsün. Geniş mekanlarda huzur arayanlar da var, gökyüzüne bakarak unutmak isteyen de. Ben ise kitaplara ve filmlere gömüyorum kendimi. Elime alabileceğim yada gözümü saatlerce dikebileceğim bir tek bunlar var etrafımda.Yağmur yağıyor, alüminyum çatılara düşen damlaların sesi, evin hafif sıcak havası, bebekleri doyurup uyutmanın rahatlığı ve evcilik oynayan çocukların mırıltıları beni de sakin sessiz germeyen film izlemeye yada kitap okumaya sevkediyor. Ama ben bunları okumak yerine yazmayı tercih ettim yine de çünkü vaktim olmayabilir daha sonra ve yazmak istediğimde bomboş oluyor aklım...Yazacaklarım uçuveriyor başka işlere meşgalelere karışarak.


 Amerikan tarzından anladığım büyük evler, büyük arabalar, kalabalık aileler, bol bol kedi ve köpek ve romantik hikayelerden ibaret. İzledikçe yada okudukça ben de kayboluyorum onların sahte mutluluklarında. Bazen uzun yol hikayeleri oluyor sevdiğim, yada kötü başlayıp mesut bitenler.
Bazen yemek konulu filmleri ararken buluyorum kendimi. Eskiden beri benim için sakinleşme yöntemidir yemek yapmak, ki izlemesi de öyle iyi geliyor. Bu tür filmlerin ekserisini izlemişimdir. Tekrar görsem gene izlerim. İzlerken acıkırım, canım o yemeklerden çeker, tabi evde aynısını yapamadığım için kendimce benzettiğim bir şeyler yerim, nefsimi körletmek adına. Pasta isimli bir kore dizisini seyrederken gece yarısı üşenmeden ( ki gece yemek yemek, hele ki yapmak hiç huyum değildir) makarna pişirip zevkten dört köşe olup yediğim de vakidir. Konusu gelmişken bir ara da kore dizilerine ve filmlerine takıntılıydım, çekirdek yer gibi izleyip duruyordum. Hem bölümleri kısaydı, hem de senaryolarına kattıkları düşük düzeyde romantiklik benim gibi gözü yaşarmazı bile etkilemişti. Fakat bu aralar karnım tok bu türlere. Bu aralar canım daha keskin duyguları çekiyor. Ölümse ölüm, gerçekleri acı, sert yaşanmış olaylar istiyorum. Köreldim galiba.

Rus filmi pek izlemedim ama onların da romanları yetiyor, içindekileri filmleştirebiliyorum yaptıkları derin tasvirlerle. O ayrıntılarda boğulmayı, başka bir hayatta nefes almayı, aşk acılarında kalbimi sıkıştırmayı, heyecandan yerimde oturamamayı yaşatıyorlar bana. Bunları da kaldıramıyorum bu aralar. Keçiboynuzu yemek gibi, çokça kemirsem de tadı yavan geliyor.


Yaz tatilinde bolca Yaşar Kemal okudum ve bu yaşıma kadar neden okumamışım diye hayıflanıyorum ki kendimi kitap kurdu zannederdim. Geçen sene bir öğrencisinden İnce Memed'in ilk cildini almıştı Mustafa. Ben de ilk o zaman okudum, sıkılırım sanmıştım ama evdeki onca yoğunluğa rağmen birinci cildi bitirdim, diğer ciltleri de kütüphaneden alıp bir solukta okumuştum. Bazı kitapların hükmü her daim devam ediyor zannımca. Şimdi İnce Memed yok ama başka isimlerde zulüm görenler var, ağalar yok ama zulmedenler baki. Fakirlik her yerde. Bulgur aşı belki de bir çok evde pişen tek tencere yemek olmaya devam ediyor. Bu sene de Mustafa, sevdiğimi bildiğinden Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana serisini sürpriz yaparak almış bana. On bir yıllık evlilikte herhalde ilk yaptığı ve aldığı sürpriz hediye de buydu ama sevindim doğrusu. Çünkü o aralar söylemesem de canım çok feci şekilde Yaşar Kemal çekiyordu. Burdaki kütüphaneye de daha hiç gitmemiştim. Tam da denk düştü. Dört ciltlik bir seriydi bu da. İlkini evde okudum, kalan üçünü de Haziran başında köye giderken yanıma aldım. Tam bir köy hayatı içinde hissederek okudum. Tek eksiğim ortam adına bir deniz ve adaydı, onu da derenin sesiyle telafi ederek hayal ederek okudum.Yaşar Kemal nasıl hissederek yazmışsa bir benzerini yaşadım, sanki her baktığımda adayı, martıları, o rengarenk balıkları ve onların kızarmış kokularını, çiçeklerin rayihalarını duydum. Ama ona da doydum, biraz zaman geçsin diye bekliyorum başka bir eserini okumak için.


Kitaptan bahsetmişken İhsan Oktay Anar'ı anmadan geçemem sanırım. Türk yazarlar içinde de tek geçebilirim. Puslu Kıtalar Atlası ilk okuduğum kitabıydı.Coğrafyacı olmanın da verdiği algıda seçicilikle su içer gibi okumuştum onu. Sonra devamı da geldi ve bütün kitaplarını alarak içime devam ettim.Keşke gene yazsa, ki onu okumaya doyacağımı sanmıyorum.

Orhan Pamuk ise hastane günlerimin yoldaşı oldu Kafamda Bir Tuhaflık Var kitabıyla. Onunla boza aşkım başladı. Günde bir kaç saatlik uykum bile yokken, o kitaptan okuduğum bir kaç sayfa beni tatlı bir rehavete sokuyordu, içim geçiyordu uyukluyordum. Yanında da Sivas'ta tüm marketleri yoklayıp buldurduğum bozaları, litrelerce, üzerine bol tarçın ve karnımı davul gibi şişiren sarı leblebilerle tüketiyordum. Geçen gün markete sordum, daha çıkmamış boza, hava iyice soğuyunca gelir dedi kasiyer. Her kitapla bir şeylere müptela oluyorum yada aşina hale geliyorum. Bu kitabı da orda bir hemşireye vermiştim okuması için, onun oldu gitti kitabım. Aynısını alsam da o yaşanmışlık olmayacak sayfalarda...Sağlık olsun...

Nitekim ilk sigara paketi alışım da Paul Auster'in şimdi adını hatırlamadığım bir kitabıyla olmuştu, belki de ismiyle bile beni hayran bırakan Ay Sarayı'dır. Kitabın bir yerinde karakterlerden biri (benim için kötü alışkanlığımın arkadaşı o oldu ) Pall Mall içiyordu, yada paketini buruşturup atıyordu derken nasılmış dedim merak ettim ve aldım ilk sigaramı. ( Oooo Papatya diyerek Canım Teoman da burda çalsın biraz )

Sırf adı için ara ara okumaya çalıştığım kitap ise (kitaplığımda iki tane var, üniversitedeyken Mustafa'ya da almışım) Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Huzur'u. Sadece kapağına bakmak bile huzur veriyor, nasıl bir anlam yüklediysem artık.



Ve Mustafa Kutlu. Nadir canlı gördüğüm yazarlardan biri. Zamanında liseden öğretmenimin çocuğuna bakarken, (eşi arkadaşı idi) Çemberlitaş'ta İlesam ile adını şimdi hatırlamadığım bir yandan restore çalışması devam eden bir yandan da kafe gibi işleyen bir yer vardı, orda görmüştüm.
O öğretmenimin evinde Mevlana İdris'i ve kardeşini de görmüştüm, hatta bir iftarda benim yaptığım yemekleri de yemişlikleri vardır. Gerisi tüm yazarları sadece eserleriyle tanıyorum herhalde.

George Orwell da en sevdiklerim arasında, keşke 1984'ü yazmasaydı diyorum, belki de kehanet gibi yazdıkları gerçekleşmezdi. Her haberlere denk gelişimde (ki haber izlemiyorum kesinlikle) yada sosyal medyada paylaşılanlar kadarıyla bir şeyler okusam bu kadar olur, pes diyorum. Bu kitabın filmini de izledim,siyah beyaz ama bir o kadar da vurucu. Birileri yazmış senaryoyu bizler de kuzu kuzu yaşıyoruz diyorum. Hani romanlarda sıkça geçer ya 'müstehzi bir gülüş' hah işte aynı o şekilde gülüyorum yarım yamalak. Ülkeyi sarsan bir olay olur ve akabinde bu olayı gündemden silen başka bir şey patlak verir. Dün dostane methiye düzdüğümüz can ciğer olur, hep bir şeyler üretiriz, gelişiriz, savaşırız. Gece bir anda gelen zammın minik bir oranı düşer, bunu da 'yaa bak işte ucuzladı' diye çocuk gibi seviniriz. Resmen çölde devesini kaybedip bulan adamın kafasını yaşıyoruz. Kelimeler siliniyor, içi boşalıyor, afazi içinde boğuluyoruz. Benim için hep 2+2=4 olacak inşallah.
Afazi demişken benim bu kelimeyle tanımlamayla karşılaşmam Alev Alatlı ile oldu, onu da burda anayım. Üniversitedeyken tüm eserlerini özel ders verip kuruş kuruş kazandığım paralarla aldığım, koca koca kitaplara koca koca fikirler sığdıran yazar! Evet yazar kimliği devam ediyor gözümde ama artık saygınlığı kalmadı bende. Bir daha da okumam o kadar net ki kitap-yazar konusunda hiç ayırdım olmaz. Fikri ne olursa olsun okunabilir olan tüm kitapları okuma hevesindeyimdir. Ama o bitti işte.



Geçen perşembe günü şeytanın bacağını kırıp burdaki kütüphaneye gittiğimi yazmıştım sanırım. Fakir Baykurt kendime, içinde kısa kısa öyküleri var ama Kaplumbağalar kitabı gibi beğenemedim onu. Aralığın Onu diye ilk defa gördüğüm bir kitap aldım, Amerikalı George Saunders yazarı. Hikayeler var içinde, daha yeni okuyacağım bugün elime aldım tam da evet canım bunu çekiyor dediğim bir kitaptı arka kapağı ve ön sözü okuyunca. Yazınca ara vermiş oldum. Üçüncü kitap ise Lu Hsun isimli çinli bir yazarın Bir Deli'nin Güncesi. Çinli yazar okuyup okumadığımı hatırlamıyorum ama çeşitlilik iyidir.



Çeşit demişken çocukluğumun ve tüm yaşlarımın en sevdiğim yazarı Jose Mauro de Vasconcelos'tan bahsetmesem olmaz. Çünkü en çok okuduğum kitap budur diyebilirim. Bir kitabı veya filmi ikinci kere elime alamam pek. Ama Şeker Portakalı ortaokul yıllarımda o ergenliğe ilk geçişin verdiği kendine acıma ve ezikliği içinde sindirdiğim bir kitaptı. Sonra devamı niteliğinde olan Güneşi Uyandıralım ve Delifişek okuduklarım oldu. Aynı günde doğmuş olmamız da sevme sebeplerimden biri, ama dikkatinizi çekeyim sırf aynı gün doğduk diye de kimseyi böyle sevemem...

Neyse bir yandan yazarken bir yandan da nette başka şeylere daldığımdan yazı konusunun sıcağı azaldı. Okudukça izledikçe bunlara ait yorum ve bendeki yansımalarını yazmaya devam edeceğim nasip olursa.

Vesselam.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

B

evli evine,köylü köyüne...

Yeniden Başlayabilmek