Pencere önü değilmiş sadece

Bir yıl öncesiymiş en son baktığım sıradan bir pencere önünden sıradan görünen,
önü bina çatılarıyla bozulmuş manzarama. Halbuki kale daha güzel görünüyor diye
dördüncü katı seçmiştik. Bir de kocaman bir bahçeye sahipti ya daha ne isterdik.
Zamanla manzara daha da sıradan olmaya başlamıştı ve alışmıştım gözümü açtığımda mevsimin
değiştirdiği renklere, tonlara...Karın beyaza gün batımınının kızıla bezediği kaleyi,
bazen çayımla,bazen bozamla pozlamaya...
Çocuklar için çalışma masasını önüne koyup
oturduğumuz, kahvaltı kırıntılarının yerdeki lale desenli yün kilimin asaletini
bozmasına rağmen keyfimizi sürdüğümüz,
bebeklere dış dünyayı cam ardından da olsa gösterebildiğimiz bir pencereydi, pencere önüydü.
Meğer ne anlamlar yığmışım o pencere önüne, bir insanın gözü yaşarır mı sonradan baktığında...
Oluyormuş işte, eski fotoğrafları karıştırırken bilgisayarda, hiç bir şey beni
hüzünlendirmedi bu denli.
Baktım ve ağlamak istedim. Çok özlemişim.Kendime bir sığınakmış
çocuklar uyuduğunda, pencerenin yeraldığı o çıkıntının bir tarafındaki
tekli koltuk ve onun karşısındaki kitaplığım ki ne hevesle alıp yerleştirmiştim.
Hayallerim vardı orda oturup kitap okuyacaktım, arada başımı kaldırıp okumadığım
diğer kitaplarıma göz kırpacak bir yandan da kalenin gece gündüz silüetine dalacaktım.
Kaleye çıkmak hiç nasip olmadı, üşenmiştim oraya kadar tırmanmaya. Halbuki halka göre
kaleye çıkan yedi yıl gidemezmiş ilçeden. Ya sevdiği için yada kalmaya bir şekilde
mahkum olduğu için. Ben yarısına kadar çıkıp geri dönmüştüm. Çok sıcak bir yaz günüydü
galiba Ağustos ayıydı, güneş tepemde olanca ışığıyla başımı döndürürken 'bana yeter bu
kadarı' deyip inmiştim. Belki de en tepeye çıksam şimdi bu sayfayı başka satırlarla
dolduracaktım. Yarısına çıktım ve 3.5 yıl kaldım, nasip...
Bir de burası için insan bir geldiğinde ağlar bir de giderken derlerdi. Ben ise giderken
kendimi sıksam da akan gözyaşlarıma engel olamadım. İlk defa bir yer için ağladım içime doğru. 
Ne vedalar ağlatırdı beni ne de ayrılıklar oysa ki. 
Üç günlük prematüre bebelerimi Sivas'ta yoğunbakımda bırakıp buraya 
dönerken arabada çalan Ahmet Kaya şarkılarında bile ağlamamıştım. 
Döneceğim diye. Bir zaman sonra göreve iade edilip buraya dönsem bile 
hiç bir şey aynı olmayacak biliyorum. Ne öğrencilerim ne arkadaş sandıklarım, 
ne de hocam hocam diyen tanıdık tanımadık esnaf benim gözümde aynı değiller. 
Her şeyin yüzü düştü, yüzler değişti, dostların kulakları göründü, eller pençeymiş 
meğer tırmalayınca bilindi. Ama çok şükür ki yeni yüzler 
yeni simalar yeni kardeşlik tanımları eklendi hatıramıza.
Buradan ayrılırken en çok çocuklar üzüldü, ben de onların üzülüşlerine üzüldüm.
'Yavrum yanar yavrusuna, ben yanarım yavrum sana' diye buralı yerel bir sanatçının 
şarkısı var, yaşadığım buna benzerdi. Aslım, canım Aslım, 'Zeynep benim hikayelerimi 
çok güzel dinliyordu, çok seviyordu, ama artık yazasım gelmiyor' diyor. 
Sınıfın en sessiz kızı Aslımın en yakını sıra arkadaşı idi.O sessizlikte bir 
dostlukları vardı. Öğle aralarında kantinden aldığı tostu, 
lokantada yediği tavuk dönerin ve ezogelin çorbanın tadını taşındığımız K.da 
bulamadığını söylüyor. Anlatırken dinleseniz, çocuk sanki yıllar önce sürgüne gitmiş 
yaşlıların ruh haline bürünüyor. Öyle bir acı var sesinde. Öğretmenini unutamıyor, 
her okul meselesinde Celalettin öğretmenim şöyle yapardı deyip övünüyor hala. 

Yusuf için ise küçük de olsa lojmandaki odası sanki denizler kadar geniş oluyor gözünde. 
İlk lojmana taşındığımızda eski kırmızı ev için methiyeler düzen sanki o değildi.

Ben, ben ise pencere önünü özlüyorum deli gibi. Orası azman gibi çoğalan kalanşolarımın,
küçük menekşemin, kitaplarımın ve arasına ustalıkla sığınan ruhumun pencere önüydü.
Evimin en güzel köşesi belki de en güzel anlarımın düşüncelerimin yeşerdiği çıkıntıydı.
Törpülediler. Dümdüz oldum. Arada bir oluşan yaranın kabuklarını eşeleyip kederleniyorum
böyle.


Siyah beyazmış manzaram,


    önünde çocuk eğlediğimiz pencere önü siyah


boşken hayal kurduğum manzara da siyah beyaz,


            bulutlar sisler beyaz, granitten kale siyah,


        tüller perdeler beyaz, duvarlar simsiyah,



        saksılar beyaz , dallar yapraklar siyah,



       sayfalar beyaz, gülen gözlerin içi siyah,



    telleri paslı çamaşırlık beyaz, asılanlar siyah,



   pudra şekerli karlar beyaz, kupa içindeki çayım demli siyah,


  bozam koyu beyaz, tarçını siyah

 
   gurubun ışıkları beyaz, örten bulutlar siyah



                   bellerini dikleştiren sandalyeler beyaz, bakışlar siyah


 içine gömüldüğün muz beyaz, boş binaların pencereleri siyah


çatılar bembeyaz, ellerim siyah


  kitaplarım beyaz, kitaplığım siyah


         gökkuşağının tüm renkleri beyaz, karşı dağlar dumanlı siyah


                       güneş vuran binalar beyaz, ağaçlar siyah


            canım kızım, pijamandaki kuzu nasıl da beyaz, saçlarının siyahına inat


                      siyah beyaz hep varmış da hayatımızda bakışlarımız o zamanlar nasıl da rengin imiş de boyamış gözümüzü.
         

Yorumlar

Ayşe'nin Kozası dedi ki…
Ben de unutamıyorum bu pencereden paylaştığın yazılarını, şanslıymış diye iç geçirmiştim, hasetten uzak, sevinerek...şimdi yine şanslısın diyorum, dört çocuğunla eşinle berabersin, yine bir pencereniz var..

Bu blogdaki popüler yayınlar

B

evli evine,köylü köyüne...

Yeniden Başlayabilmek